31 Ağustos 2012 Cuma

BİR PUZZLE DAHA BİTTİ

Uzun zamandır pek tadım olmadığı için yazma isteğim de yoktu. Kronik faenjitim yine akut atak devresine geçti ve boğazımdaki iltihap ses tellerinde ödem oluşumuna sebep verdi. Bu da sesimin tamamn kısılmasıyla sonuçlandı. Akşam üzeri biraz çıkmaya başlasa da gün içinde fısıltı şeklinde konuşmaktan, sesimi duyurmaya çalışmaktan, bağırmama rağmen kimsenin bakmamasından, elimi şıklatarak iletişim kurmaya çalışmaktan ibaretti bir kaç gün. Şimdi antibiyotikle geri geldi şükür.

Bayramdan sonra Rize de bir kaç ay önce başladığım ve bir türlü ilerletemediğim puzzle ı annemin yemek masasına açmaya karar verdim. Öncelikle puzzle halısı denen mucizevi şeyle tanışmamış olsaydım ne yapardım bilmiyorum. Rize'den Kastamonu'ya tek bir parçası kaybolmadan ve yarım kalan yerler hiç bozulmadan taşımamı sağladı bu halı.

Puzzle çok zevkli bir uğraş benim için. Böyle küçük parçalı ayrıntılı şeyler yapmayı çocukluğumdan beri çok severim. 7.sınıfta Ev Ekonomisi dersinde kırkyama tekniğiyle yastık yapıyorduk tabi ben yastıkla yetinmeyip bebek yorganı ve yastığı yaptım. Arkadaşlarım 4 kare parçasını dikip notlarını aldılar bense küçük küçük üçgenleri kareleri yapmak için haftalarca makine sallamıştım :))
Herneyse işte böyle bir küçük ıncık cıncık diye tabir edilen şeylerle uğraşma merakım var. Onları yaparken başka hiç birşey düşünemeyip sadece yaptığım şeye konsantre oluyorum ya, başka bi evrene geçmişim gibi bir rahatlama oluyor. Puzzle da bu ihtiyacımı gideren bir hobi.

Bu puzzle ı bilinen alışveriş sitelerinden birinden almıştım ama hangisi hatırlamıyorum. Resmi gördüğümde gözlerime inanamadım. Çünkü uzun zamandır facebook kapak fotoğrafımı süsleyen ve çok sevdiğim bir resmin puzzle halini bulmak süper oldu.

Şimdi yazacaklarım biraz da YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN PUZZLE tadında olacak. Yapmak isteyenlere bir kaç tavsiye de diyebiliriz.

Puzzle Anatolian marka 1000 parçalık. Müfide Kadri'nin Kırda Kadınlar tablosu. Bu seri Osmanlı Dönem Ressamları diye geçiyor. Daha önce bu marka yapmamıştım Ravensburger markasından çok memnun kalmıştım ama Anatolian için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. En önemli sıkıntısı bir parçanın bir kaç yere neredeyse cuk diye oturuyor olmasıydı ki bu puzzle için çok büyük bir dezavantaj. Ben sonlara doğru kafayı yememek için baya çaba sarf ettim bu yüzden. Özellikle bir kaç kişi birlikte yaptıksanız yanlış olan parçayı bulmak da çok zor oluyor. Ama Ravensburger yaparken hiç böyle bir problem yaşamamıştım. Eğer bir parça bir yere oturuyorsa o kesin oranındır. Bunun için geliştirdiğim bir taktikse emin olamadığım iki parçayı söküp tersinden ışık geçirip geçirmediğine bakmak oldu. Çünkü kesim itibariyle iki parça arasında hiç boşluk olmaması gerekir.

Ravensburger marka eski puzzle, sol altta ananem ve annemin elleri var :)

Eğer daha önce hiç bulaşmamışsanız bence 500 parça olanlardan başlamak daha mantıklı. Çünkü sanıldığı aksine 1000 parça puzzle 500lüğün 2 katı zorlukta değil 4 katı zorlukta. Ben henüz 2000 liğe cesaret edemiyorum mesela :)

Puzzle kutusu açıldığında ilk yapılması gereken şey ayrıştırma işlemi. Kenarlardan başlayarak, birbirine yakın renkleri ve desenleri ayırırsanız işiniz kolaylaşacak yoksa 1000 parçanın içinde kaybolmak kaçınılmaz.

Rize'de puzzle a başladığım ilk gün.
Seçilen tablo da çok önemli. Benim gibi resim seçerseniz renk geçişleri çok yumuşak olduğu için zorlanabilirsiniz. Ama keskin renk geçişleri ve bol deseni olan bir fotoğraf çok daha kolay yapılır. Mesela kocaman çlün ordasında deve sürüsü fotoğrafı da hayata küsmeye neden olabilir ya da kocaman bir deniz ve küçük bir sandal :)

Puzzle halısı da mutlaka edinilmesi gereken bir şeymiş. Daha önce yine annemin masasını işgal etmiştim ama o hafta hiç miafir gelmediği için sorunsuz atlatmıştık. Şimdi halı olduğu için plastik borusuyla rulo yapıp kaldırabildim ve bozulmadan tekrar açtım. Halımsa çok güzel bir marka, aldıktan sonra farkettim adını. Heidi Puzzle Halısı :)

Puzzle ı açmamla beraber bizim evdeki puzzle ekibi işe koyuldu. Ananem, annem ve ben :) Aşağıda ilk açtığım hali görünüyor. Ananem de parçaların tersini çeviriyor pirinç ayıklar gibi :)

Ananem iş başında :) Kastamonu'ya getirdiğimde bu haldeydi.
Annem ve ananem aslında "bitirelim de masadan kalksın!" diye oturduklarını iddia etseler de biliyorum ki acayip zevk alıyorlar. Herkes içinden bişiler mırıldanıyor, bazen şarkı oluyor bu bazen dua. Genelde şöyle cümleler kuruluyor "Bu şuranın mı? yok değilmiş", "Anane zorlama oranın değil o rengi uymuyo bi kere!", "Gözüm de seçmiyor." Biz beraber çok eğleniyoruz bu yüzden. Gece uyku saatleri geçmesine rağmen kaldıramıyorum başından. Hele ananemin bir kaç ay önce dizinden total protez ameliyatı geçirdiğini düşününce iyice kızıyorum "Yeter artık!" diye.

Annemin elleri
Annemse kendi kendine konuşarak saatler geçirebiliyor başında. Zaten beni sık sık şaşırtan bir anne olduğu için artık puzzle yapmasını çok doğal karşılar oldum. Küçüklüğümüzde tetrisimiz vardı hani herkesin bildiği sağ tarafında büyük bir tuş,sol tarafında 4 tane yön tuşu olanlardan. O zamanlar da annem tetrise sarmış abimle bana oynattırmamaya başlamıştı. Bir gece saatlerce oynadığı için sabah kolları tetris oynama pozisyonunda tutulmuş olarak kalmış ve "Gözümün önünde olunca duramıyorum." deyip kaldırmıştı tetrisi. Tabi biz de oynayamamıştık. Puzzle yaparken de o tetris oynayan kadın çıkıyor içinden :)



Puzzle bittikten sonra maalesef her şey bitmiş olmuyor. Puzzle yapıştırıcısı kullandım ama çok beceremedim sanırım, istediğim gibi olmadı. En sağlamı tersinden koli bantıyla kaplamak bence, ya da yapışkanlı asetat gibi bişey de olabilir. Daha sonra da çerçeveciye gitmek ya da o güne kadar gazetelere sarıp yatak altına götürülmek üzere kaldırılacak.

Puzzle yapıltırıcısı

Bitmeden önceki son hâli
Vee bitti...

17 Ağustos 2012 Cuma

EN ESKİ ÇOCUKLUK ANISI-MİM


Artık Merhaba dediğime göre mim yazma zamanım gelmiş bile :)
Deeptone bana bir mim yolladı, ben de biraz gevezelik ettim işte.


Aslında hatırladığım en eskisi hangisi bilmiyorum yani zaman sıralaması yok nedense. Bir de aileden de kimse ne zaman olduklarını hatırlamıyor çok bireysel mutluluklar yaşamışım demek ki J

Sağdaki ödlek ben oluyorum :)


Fotoğraf olduğu için diyebilirim ki şu an aklıma gelen hatıralarda en küçük olduğum, amcamın hacdan geldiği ve Suudların giydiği o kostümden giyip yukarıdaki fotoğrafı çektirdiğimiz günün izleri. Amcam genç yaşta hacı olmuş bir de simsiyah sakal bırakmış. Fotoğraftan anlaşılmasa da suratımda ağlaması yeni bitmiş bir çocuğun korkak ifadesi var. Amcamın o halinden kokmuşum. Hatırladığım kısmıysa tabi ki gelen oyuncaklar.Abime yeşil bir bisiklet(tabi ki daha sonra benim oldu), bana ve 9 ay büyük kuzenime yürüyen bebek getirmişti. Orta sehpamızın(bu sehpayla ilgili de yazmam lazım J) üzerinde yürütmüş sonra da “bozulur, çok oynamayalım” deyip kutularına geri koymuştuk. Ne kadar da oyuncak kıymeti bilen çocuklardık. Sonra tabi ki bozuldu ve yürümez oldu. Pembe bir elbisesi ve sarı saçları vardı. Yıllarca oturma odamızın vitrininin sağ tarafında (oyuncaklarıma ait olan kısım) durdu. Şimdi de kesin poşetlenmiş bir yerlerde kolilerin içindedir.

 Orta sehpası olayı var bir de. Uzun ahşap bir orta sehpamız vardı ki hâlâ var yazlıkta duruyor. O zamanlar bana çok uzun ve büyük gelirdi bu sehpa. Annemin olmadığı zamanlarda abimle ilk işimiz bu sehpanın bir tarafını çekyata dayayıp kaydırak yapmak olurduJ indiğimi yere de çekyattan minder koyar baş aşağı kayardık J o kayma anı o kadar uzun gelirdi ki, şimdi o sehpaya bakıp hayret ediyorum bacak boyum kadar bu sehpa bizi ne kadar da eğlendirmiş. Bir de altına yatıp resim yapardım. Yazlığa gittiğimde aklıma geldi çevirdim altını, karalamışım, ev yapmışım J İnsanın kendi çocukluğuna dokunması gibi bir şey böyle durumlar.

İlkokula başlayana kadar amcamlarla altlı üstlü oturuyorduk. Çocukluk hatıralarımın çoğu da o evde geçiyor zaten. Yengemin kırmızı kadife bir çekyatı vardı. Kaplamanın çiçek desenleri vardı kabartma şeklinde. Benim tutkumsa bu çekyatın dokumasını yolmak/sökmekti J Bir de anlaşılmasın diye çiçeklerin ortalarından başlamıştım J Daha sonra kendime hakim olamayarak boyutları genişletmişim ki bir yetişkin avucu kadar yeri sökmüşüm J Kaplattırmak zorunda kalmışladı, ama ilginçtir kimse kızmamıştı J

Abim beni öpüyor :)


Böyle başlayınca zincirleme geliyor insanın aklına hatıralarJ Yine eski mahallemizdeyiz. Abimler arkadaşlarıyla maç yapıyorlar. Ben de abimin rakip takımının kalesinin arkasında merdivenlerde bebeğimle oynuyorum. Bir ara kafamı kaldırıyorum, abim şut çekiyor… Ve gooolllll, benim tepemde yıldızlar dönerken burnumdan oluk gibi kan akıyor J Abim beni kucağına alıp eve götürüyor, yengem feyat figan “ne yaptın çocuğa” diye abime kızıyor abim zaten korkudan ölecek J.  O günün hatırası olarak (annemin iddiası bu yönde) burnumda ufak bir kemik çıkıntısı taşıyorum ve bu yıl içinde ameliyat olabilirim J
Aslında çok fazla şey var ama hepsini bu posta sıkıştırmayım. Dedemin de baş rol oynadığı hatıralar var ki gerçekten yazmakla bitmez. Onları başka bir başlıkta anatayım. Şimdiyse son hatıra, 6 yaşımdaki nakış yapma hevesimi anlatmak istiyorum.



Dediğim gibi amcamlarla aynı binada oturuyorduk ve alt kat dükkan şeklinde yapılmış ama yengem yarafından nakış kursu olarak kullanılıyordu. Yengemin bu konuda formal bir eğitimi olmamasına rağmen. Bu şekilde evinin altında nakış öğrenmek isteyen kızlara kurs verirdi. Makinesini alan gelir çehizine bir şeyler yapar sonra da evlenirdi. Hatta “Esra Erol misyonu” taşıdığını düşünüyorum yengemin kurstaJ. Çünkü sürekli bazı kadınlar iş yaptırmak bahanesiyle gelir etrafa bakınırlardı. O kadınlar geldiğinde ablalarda(yaş 16-17) ayrı bir telaş bir hürmet olurdu ben anlam veremezdim tabi J Her neyse işte ben bu kursta geçirirdim vaktimin bir kısmını da. Pijamalarımla bile iner dolaşırdım aralarında. Ablalar beni severler makinelerine oturturlardı ben de izlerdim hep bütün aşamalarını. Bir gün annem yine evde yok ve evde yalnızım.(Bu kadar çok evde yalnız olmamın sebebini anneme şimdi sorduğumda bir cevap veremiyor ama çoğunlukla” sen uyurken 5dklığına yengene çıkmışmışımdır” deyip çıkıyor işin içindenJ ) Yapacak bir şeyler arıyorum ki gözüme annemin açık olan nakış makinası takıldı. O dönem öğrenmek için o da evde başlamıştı ufaktan. Dolaplardan bir kumaş parçası buldum. Deseni bile hatırımda. Sanırım abimin nevresimin artanıydı. Yeşilli üzerinde arabalar olan bir kumaştı. Kasnak buldum dizimle kumaşı kasnağa yerleştirip gerdirdim gücüm yettiği kadar. Çok heyecanlıydım. Sonra oturdum makinaya “çin iğnesi” denen teknikle ileri geri kasnak oynatarak şekillerin içini doldurmaya çalıştım. Sonrasında sıkılmış olmalıyım ki kasnağı makinada unutup kalmışım başından. Annem yanına çağırdı “bunu sen mi yaptın?”diye. Biraz korkak evet dedim ama hem de özür diliyorum. Bi daha yap bakıyım görüyüm ben kızmayacağım dedi. Oturdum yaptım. O kadar net ki, annnem kapıya çıkıp yengemi çağırmıştı “Çabuk gelll” diye. Yengem de geldğinde baya şaşırdılar bu duruma. Ama ben yıllardır izlemekten öğrenmişim zaten sadece pratiğe dökmek kalmış J Yengem “madem yapabiliyor basit bi desen buluyum ben ona da işlesin” dedi J Beyaz bir kumaşa gerçek nakış işimi yaptım yaklaşık bir metre filan bi kaç renkli bişeydi. O bittikten sonra abimin ilkokul önlüğünün kumaşına kırlent deseni çizdiler. Yengem renkleri karıştırmamam için bira başlayıp bana bırakıyordu.  O kadar hevesliydim ki sabahın köründe buz gibi evde uyanır makinenin başına geçerdim. Sandayyenin ucuna otururdum ayaklarım pedala erişmediği için J Abim de aynı odada uyuduğu için sinir olurdu bana J Kırlent bitti, babam altına yazalım “…6 YAŞINDA İŞLEDİ” diye dedi. Adımı yazmayı biliyorum ben yazacağım diye ağlamıştım ama annem izin vermemişti. Makine dikişiyle yazmıştı bu yazıyı J O dönemden sonra kursta yeni gelen kızları gıcık etmek için eskiler beni oturturlardı makinesine. Ben yapmaya başlayınca da zorlanan kızlar hepten sinir olur ağlarlardı. Peki benim nakış maceram ne oldu. 6 yaşımda hızlı başladı çabuk bitti J O kırlent tek eserim olarak duruyor işte J

16 Ağustos 2012 Perşembe

Tosya'da Bir Ramazan Geleneği:"Keşkek Sürmek"


Ramazan’ın bitmesine sayılı günler kala, Tosya’nın önemli bir Ramazan geleneğini anlatmak istiyorum. Yerel ağızda “hurun” denen taş fırınlarda pişen yemekler Ramazan sofralarımızın vaz geçilmezidir. Kaç yüz yıldır devam eden bir gelenek bilmiyorum ama Ramazan’ı “hurunda” pişmiş keşkek yemeden bitiren bir Tosyalı dünyanın neresinde olursa olsun Ramazanı tam olarak hissedemez. Ben de “keşkek yemeden Ramazan bitecek!” diyerek tatilimi bölüp, ailemi İstanbul’da bırakıp, ananemin yanına Tosya’ya gelen biriyim J Önce “hurun” dediğimiz taş fırını anlatayım. Her mahallede en az bir tane olan, genellikle bahçeli evi olan birinin bahçesinde bulunan ve o kişi tarafından yakılan taş fırınlar vardır.
Bknz: "Hurun" ::)

 Büyük apartmanlardaysa apartmanın girişinde bir oda fırın olarak inşaa edilir ki başka bir şehirde böyle bişi olacağını hiç sanmıyorum. Düşünsenize Ağaoğlu’nun ucube ve soğuk binalarında taş fırın olsun ! J Mahalleli kendisine en yakın fırını seçer ,ki bu küsme gibi istisna durumlar dışında hiç değişmez, her yıl aynı fırına “keşkek sürülür”. Fırın iftar saatine göre 8-9 saat öncesinde içine odun atılarak yakılır. Odunlar yanınca içinden çıkarılır ve fırın yemekleri koymaya hazır olur. Mahallede herkes o akşam yemek istediği yemekleri “caba” dediğimiz toprak güveç kaplara koyup getirirler. Bu cabalar akşam başkalarınınkiyle karışması ihtimaline karşı çeşitli şekillerde işaretlenir. Kimi çentik atar, kimi kendi adını yazar, kimi de annem gibi ojeyle kızının (yani benim) adını büyük harflerle yazar J Onlarca yıldır aynı mahallede, aynı komşularla oturan insanlar birbirlerinin cabasını bile bilirler bir bakışta.



Peki ne yemekler yapılır bu fırınlarda? “Keşkek sürmek” artık deyimleşse de, keşkek buğdayın işlenmemiş halidir ve Tosya’da Ramazan ve düğün yemeklerinde yenilen ve sevilen bir yemektir. Güveçse keşkeğin kankasıdır. Bir de yanına patates püresiyle davetlerin en sevilenidir.(Oruç oruç yemekteyiz tadında bir post okumak işkence gibi gelebilir J ) ve patates. Bu üçü temel fırın yemekleridir ve bazı evlerde 30gün boyunca bu mönü bıkmadan yenebilir.(Bizde durum böyle değil hemen sıkılıyoruz.) Bunların dışındaysa nohut, fasulye, bal kabağı, erik(komposto için),kırmızı mercimek (evde çorba haline getirilir su katılarak), şeker pancarı(Tosya ağzıyla “çükündür”J), tavuk, bamya, gibi uzayıp giden bir liste var.  Sabah belirli bir saatte herkes sepetlerine koyup getirir “süreceği” yemeği. Fırıncı teyze( artık büyüdük,abla olabilirJ) onları tek tek fırının içine demir bir çubukla iterek yerleştirir. Bu çubuğun bir tarafı hilal şeklinde itip yerleştirmek için diğer tarafı kanca şeklinde tutup çekerek çıkarmak için özel yapılır. Bütün cabalar yerleşince fırının kapağı kapanır ve etrafı çamurla kaplanır ki ufak bir hava bile kaçırmasın. Bu işlem bittiğinde artık 6-7 saat süren bir pişme işlemi başlar. Piştikçe yemeklerin kokuları birbirine siner ve fırın dışında elde edemeyeceğiniz bir lezzet oluşur. Akşam iftardan 30-40dk önce herkes “keşkek çıkarmaya” gider. Kaç adet caba sürdüyse o kadar odunu koltuğunun altına alır götürür ve fırının yanındaki yüklüğe bırakır ki yarın o odunla fırın tekrar yakılır. Fırın açılmamışsa orda komşularla iftar öncesi küçük bir sohbet ortamı olur. Apartmanlarda TOKİ lerde yaşadığımız, yan komşumuzu bile tanımadığımız günleri yaşarken, mahalle komşularını her gün görmek, hallerini sormak, dualaşmak için çok güzel bir fırsattır “hurun önü” sohbetleri. Siz sohbetinizi yaparken fırın açılır gelen koku iftara dakikalar kala karın seslerinin iyice artmasına sebep olur :))) Genellikle oradaki gençlerden biri demir çubukla fırının önüne çekilen cabaları tezgaha taşımak için gönüllü olur. Eller yanacağı için gazete parçasıyla tutup dikkatlice taşınır.
Cabalar sepetlere konulur hem soğumasın hem de toz gelmesin diye üzerlerine gazete kapatılıp evlerin yolu tutulur. Benim tercihim cabadan yemek olsa da tabaklara da servis edilebilir duruma göre.




Tosya gelenekleri bol bir ilçe. Ve gençler olarak bizler, bazılarına karşı çıksak da böyle geleneklere sahip çıkıp, devam ettirmekle sorumluyuz gibi hissediyorum :))

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Çikolata Kahve İstanbul



Birbirine en yakışan, en sevilen üçlü…Müşteri olarak girdiğim, “kardeş” olarak çıktığım, Çengelköy’de yaşamanın en güzel yanlarından, 9,5m karelik bir dükkân... Çikolata ya da kahve satılıyor denilebilir. Çikolatalarının lezzetini tasvir etmek için benim edebi yeteneğim de bilgim de çok yetersiz kalır sanırım. (Benim favorim Antep fıstıklı, karamelli, kare şeklinde olanlarJ) Sıcak çikolatasına ise yurt içinde ve dışında bu işi yapan yerleri çok gezmiş bir arkadaşımın da onayıyla içilebilecek en iyi sıcak çikolata ne diyebilirim. Peki ben bir gurme olmadığıma, tanıtım yada reklam yazısı yazmadığıma göre ne diye bu dükkanla ilgili bir şeyler yazıyorum? Benim ki “birileri okusunlar da onlar da gidip görsünler” isteğinden çok, hayatımda önemli kokuları, anları, kişileri, yerleri unuturum, sıra bana gelip göç ettiğimde “kimsenin bunlardan haberi olmaz” korkusunun sanal ortamda bastırılması sanırım. Çikolata-Kahve İstanbul da çocukluğuma dokunan, hem memleket hem İstanbul sevgisini birlikte yaşatan bir önemli yer benim için. Oraya gidenlerin duygularını yazdıkları o saman kağıdı defterleri okuduğunuzda ne kadar da ortak açlıklarımızın olduğunu, 10 metrekarelik samimiyete hepimizin ne kadar da ihtiyacı olduğunu anlıyorsunuz. Ben de ilk gittiğimde o deftere bir şeyler yazmıştım ve yazdıklarımın ne kadar sığ kaldığını şimdi fark ediyorum.  Dükkanın sahibi Bülent Abi… İlk cümlede belirttiğim gibi müşteri olarak girmiştim ama bir abi kazanacağımı bilmiyordum. Tatlı-sert üslubuyla, verdiği nasihatlerle, tavsiyelerle bir kardeş yerine konduğumu hissettirdi. Kaçıncı gidişimde hatırlamıyorum ama eşinin acil bir durum için eve çağırmasıyla dükkânı bana bırakıp gitmiştiJ Gelen müşterilerle sohbet etmekte hiç zorlanmamıştım ama iş yedikleri çikolataları tartma ve hesaplama kısmına gelince bocalamıştım J Üniversiteden bir arkadaşım bir arkadaşıyla gitmiş ve defteri karıştırırken benim ismimi görüp “Aaa bu bizim arkadaş!” demiş. Kim filan deyince de Bülent Abi “Yaa o bizim kız…” diye başlayıp ufak ufak dedikodumu yapmışlar J İstanbul için yadırganan güzel hoşluklar bunlar. Alışverişlerimizi AVM lerden yaptığımız ve satıcıların yüzlerinde zoraki bir gülümsemeyle “İyi günlerde kullanılsın!” diyerek elimize poşetleri tutuşturdukları bir dönemde böyle esnaflar insanlığımızı hatırlatıyor. Çikolatasını ya da Türk kahvesini yudumlarken, İnce Saz dinlemek, duvarlarına, tablolarına bakmak, sohbet etmek, fotoğraf çekmek, hiç bozulmaması için dua etmek bu dükkanda yaptığım eylemlerden bir kaçı ve en çok özlenenlerden.
Not: Bülent Abi, yüreğin, cesaretin ve azmin için en çok da insanlığın ve abiliğin için teşekkürler…Allah razı olsun, yolunu açık etsin J
( Bu yazıyı okuduktan sonra yolu düşen olursa selamımı iletsin, “Çengelköy’den Rize’ye giden hemşerin” derseniz tanıyacaktır J )




İşte benim favorim :)






13 Ağustos 2012 Pazartesi

TOSYA'DA KIŞA HAZIRLIK

Kastamonu'nun şirin ilçesi Tosya, memleketim. Her ne kadar İstanbul aşkımı bas bas bağırsam da insanın beslendiği topraklardan kopması ayrılması mümkün olmuyor.

Nihayetinde Ramazanın da sonlarına gelirken tatilin sonunu memlekette geçirmemek olmazdı bu yüzden ben kürkçü dükkanına döndüm :) En sevmediğim mevsim olan yazın en sevdiğim zamanları Ağustosun ikinci yarısı diyebilirim. Herkeste bir telaş başlar, dolmalık biber, patlıcan, kabak herkesin balkonunda kurumak için yerlerini alırlar. Okullardaki bayram süslemeleri gibi olur. Hangi yana başınızı çevirseniz yeşilli turunculu biberleri, pijama şeklinde soyulmuş patlıcanları görebilirsiniz. Tabi onları gördükçe kışın yiyeceğiniz zeytinyağlı  dolmaları düşünür ağzınız sulanır.

Bu hazırlıktan bugün payıma düşen "kabak dizme" eylemini gerçekleştirdim. Ananemin yeğeni Ayşe Abla, kendi bahçelerinde yetiştirdikleri uzun kabaklardan getirmiş sağ olsun. Uzun kabak (internette şimdi yaptığım ufak araştırmadan sonra diyebilirim ki) çok fazla yaygın olarak yetşen bir sebze değil. Zaten ben de Tosya dışında hiç görmediğimi anımsadım :) Kabaklarımız bunlar...Boyutların anlaşılması için kitabımı(Çöle İnen Nur'a başladım) koydum yanlarına.


Sebze soyacağı ve oyacağı bu işlemin olmazsa olmazı bana göre. Annemler bıçakla da yapabiliyorken ben "Sebze soyacağım olmadan asla!" diyorum :)

  
Soyma işlemi bittiğinde yaklaşık 10cm boyunda kesiyoruz.


Kesilen kabakların içini oymak en oyalayıcı kısmı. Tabi halamın gelip olaya "iyi oy bunların içini, çekirdekleri kalmış!" diyerek dahil olmasıyla oyduklarımı da tekrar elden geçirmek zorunda kaldım :) Sonra devasa bir iğneyle ipliğe dizdik.


Dizilen kabaklar tuzlu suya batırılıp çıkarıldıktan sonra balkonda kurumak için asıldılar halamın yardımıyla.


Alt kattaki komşularımızın astığı biberler de görünüyor burada :)

Kabaklarımızın balkondaki halleri :)
Farklı zamanlarda Tosya'nın başka başka yerlerinde cepten çektiğim fotoğraflarsa aşağıda :)





6 Ağustos 2012 Pazartesi

FOTOĞRAFTI, RESİM OLDU

Sahuru beklerken...

Bir önceki postta bahsttiğim üzere, evde yapılan atık temizleme sırasında abimin üniversitede seçmeli resim dersi için aldığı boyalar geçti elime. Kendisi ortalamasını yükseltir diyerek seçtiği dersten en sonunda nette i resimlerden esinlenerek(!) geçip AA düşüren resim yeteneğinden yoksun biri. Ben de "Allah senden esirgemiş bana vermiş."diyerek dayga geçiyorum çizimleriyle. İlk okulda bile onun resim sözlüsü olduğunda harıl harıl resimlerini yapardım.Hal böyleyken eskilerden kalma resim yapma sevgim depreşti. Boya gördüğümde nedense dayanamıyorum, bir de resim yapan birlerini görünce :)

Sahuru beklerken bakmadan resim çizmek zor geldi, gazetede esinlenebileceğim bişiler ararken aklıma kendi çektiğim fotoğraflar geldi. Martılara da ayrıntı çok yok diye hemen karar verdim ama ayrıntı olmaması da zormuş. Tabanının okulöncesi seviyesinde boyanması kötü oldu, sadece yağlı pastelde açık mavi vardı çükü.


5 Ağustos 2012 Pazar

Çöp Ev Olmaya Doğru... :)

Bugün annemin "Kullanmadığın eşyalarını temizleyelim!" diyerek uyandırmasıyla güne başladım. Maalesef (hastalık boyutuna varmasa da) eşya biriktirme gibi kötü bir alışkanlığım var. Çocukluğumdan beri bunun önüne geçemiyoruz, yaşlandığımda koca bir daireyi "hatırası var" diyerek atamadığım tonla eşya doldurabilir böyle devam edersem. Burcumun(yay) da bir özelliği olan biriktirme alışkanlığı gerçekten kontrol edilmesi gereken bir şeymiş :) Ama kıtlığı görmüş bir neslin yetiştirdiği ebeveynlerin çocukları olmamızın da etkisi vardır bunda. Annem küçülen sabunları atmayıp biriktirir sonra da dikiş diken birilerine verir ve kendisi de dikiş dikerken işaretlemek için kullanır mesela. Ya da düğme kutusu vardır hepimizin annelerinin, bizim neslin bunları devam ettireceğini hiç sanmıyorum. Biz tüketmeye, yeni modelleri takip edip eskiyenleri(!) hemen atmaya alıştırılan bir nesiliz maalesef. Yine de her şeyde olduğu gibi israfa kaçmamak adına evi çöp eve çevirmenin de alemi yok benim gibi :)

Son sekiz yılda 6 farklı yerde yaşamama rağmen, onca eşyayı her taşınma da temizleyip atmama rağmen bugün yine kendimi bile şaşırtan bir anı koleksiyonuna sahip olduğumu gördüm :)

Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir liste yapsam neler var "kıyamadıklarım" ın arasında?
- ilkokulda babamın şehir dışından gelirken aldığı tokalar
-12.doğum güğümde kuzenimin hediye ettiği, benim de altına bu notu düştüğüm biblo.
- Üniversite ders notları, ki bunlar bir koliydi birden üçe kadar neredeyse hepsini saklamışım. En çok bunlara bakarken içim sızladı. Hele özenerek yazılmış vize-final hazırlık notlarını görünce yurt çalışma odasında sabahladığım günleri, elimizde bilgisayarla nereye gitsek açıp ödev yapmamızı, okula, hocalara, derslere olan nefretimizi hatırladım. Hala da kızgınlığım ufacık bile olsa azalmadı en güzel zamanlarımızı çaldılar bomboş işlerle.
- Para atıp kancayla oyuncak alınan makineden ilk ve son defa alabildiğim ayıcık :)
- Sanal bebeğim (ki bunu aldırmak için gerçekten savaş vermiştim, saatini ayarlayamadığım için gece kalkıp altını temizliyordum, ne günlerdi : )
- En ilginç olanlardan biri, lise sonda ÖSS ye hazırlanmanın etkisiyle zaten var olan kişisel gelişim merakım hat safhaya ulaşmıştı ve ben odamın duvarlarını başarıyla ilgili çeşitli yazılarla doldurmuştum. Tek cümlelik başarı sözlerini renkli a4lere çıktı alıp onları da poşet dosyaya koyup duvara dama deseni oluşturacak şekilde asıyordum :) Onların içinde olduğu büyük bir dosya da vardı bulduklarım arasında, gerçekten çok hoş hissettim.(tabi ki bu dosya da tekrar "kıyılamayanlar" tarafına geçerek saklandı )
- Lisede aldığım bir teşekkür belgesi ve diplomanın fotokopisi
- Yerebatan Sarnıcı girişinde verilen biletler
- 7.sınıfta Ev Ekonomisi dersinde diktiğim sarışın ama zenci bebek:)
- 8.sınıfta alığım hasır küçük çanta
- 2005 e ait bir mektup (ki normalde çok yeni tarihli sayılır bu mektup, 99 ve daha sonrasında gönderilenler mektupları sakladığım ayrı bir kutuda duruyorlar)
- Yurt dolabında kullanılan kilit ( bunu niye saklamışım ben de anlam veremedim)
- Sony marka walkman :) içindeyse Zülfü Livaneli-Karışık yazan bir 90lık kaset (demek ki en son lisede dinlemişim dönemsel sıralamamda Zülfü Livaneli lise yıllarına tekabül ediyor :) )
- Özel birinden gelen ilk kitap "Son Mahni-Öğretmenlik Hatıraları" :)

Aklımda bunlar kalmış ama tabi ki çok ufak bir kısmı. Annem başımda olduğu için fazla fotoğraflayacak vaktim olmadı :))                                                                                                                                                                              

Elimdeki Yumoş(en sevdiğim) arkadakiyse İbiş rahmetli dayımn hediyesiymiş ben hatıryamasamda

Elimdeki sanal bebek, arkadaki kendi diktiğim sarışın zenci bebek :)

ANANEMİN VASİYETİ

Ananem Kuran okurken

Ananem, dedemin emaneti, üzerimde en çok emeği geçen birkaç kişiden biri… Onu anlatmaya, tarif etmeye satırlar yetmez. Her zaman sevgi dolu, fazlasıyla iyimser ve güçlü, kuzenimin tabiriyle “kanatsız melaike” J
Bugün “Al! Bu da benim sana vasiyetim.” Diyerek 19 Kasım 2010 tarihli bir takvim yaprağı uzattı elime. “AAaaaaa öyle olmaz ama kopya çekiyorsun, kendi cümlelerin değil!” dedim. “Olsun!” dedi. Takvim yaprağından fotokopi çektirmiş, evlenen kızlara verdiği hediyelerin içine koyacakmış. Gülümsedim, işte benm ananemm, diye düşündüm. Komşularımızdan evlenen kızlar evlerinden gelinlikle çıkarken, koltuklarının altına Kuran-ı Kerim sıkıştırma geleneği vardı.  Evinize Kuran’la girin derdi hep. Hayatta nelere ulaştıysam ve nelerden esirgendiysem hepsinde ananemin dualarının payı büyüktür. Allah başımızdan eksik etmesin! Amin…

                                         BİR ANNENİN KIZINA TAVSİYELERİ
Yavrum! Bu nasihatlerime uyarsan dünyada mutlu bir ömür geçirdiğin gibi, ahirette de ebedî saadete ulaşırsın!
•             Kanaatkâr ol! Yani, kocan tarafından getirilen yiyecek ve giyecek her şeyi memnuniyetle kabul et! Çünkü kanaat, kalbi huzura kavuşturur.
•             Söylenenleri daima iyi dinle ve kocanın meşru emirlerine itaat et!
•             Evin ve her şeyi daima temiz, muntazam ve düzenli olsun!
•             Eşinin yemek saati ile uyku saatine dikkat etmelisin! Açlık insanın huysuz eder, uykusuzluk ise, öfkelendirir.
•             Evinin mallarını ve eşyasını iyi koru! Yaptığın işleri, iyilikleri başa kakma! İyiliğe karşı iyilik çabuk unutulur, fakat kötülüğe karşı yapılan iyilik unutulmaz.
•             Eşinin yakınlarına güzel muamelede bulun! Kocanın hatalarını, yalnız iken, yumuşak bir şekilde söyle!
•             Kocanın sırlarını hiç kimseye söyleme! Karı-koca arasındaki sırlar kabre beraberlerinde gömülmelidir.
•             Eşinin üzüntüsünü ve neşesini paylaş! Ona her yönüyle iyi bir hayat arkadaşı ol! İyi bil ki yalan yuvayı içten içe yıkan bir kurttur.
•             Aranızdaki meseleleri kendiniz halledin! Sakın bunları bize ve başkasına taşıma! Kimseden medet umma!
•             Kocandan almakta zorlanacağı gücünün yetmeyeceği şeyleri isteme!
•             Kadının güzel huylusu, eşine Cennet nimetidir. Sen kocana Cennet nimeti ol! Azap çektirme!

Bunları yapabilmen ancak, onun isteklerini kendi isteklerine, onun rızasını kendi arzularına tercih etmenle mümkün olabilir.